The Dead Don't Die filmi üzerine

Çok ilginç bir film; Jim Jarmush’un “The Dead Don't Die” isimli filmi, bir komedi aslında. Gülerken, şaşırtan bir bir zombi anlatısı. Fakat sanatla ilgili her türlü farklı efekte yer veren bir deneme görünümünde. Gerçekten sinema Kandinsky gibilerin 20. yüzyılın başında tiyatroda bulduklarını, şimdi bizim bu sanat dalında bulduğumuz üst plastik, görsel gerçekleri bünyesinde barındırmasından ötürü önemli. 


Night on Earth, Broken Flowers ve Only Lovers Left Alive gibi unutulmaz filmleriyle sinemaseverlerin gönlünde yer etmeyi başaran Jim Jarmusch, bu yıl yeni filmi ile beyazperdeye geri dönüyor. Usta yönetmenin komedi ve korku türlerini harmanlayan yeni filmi The Dead Don’t Die, dünya prömiyerini 72. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak yapacak.
Çekimleri New York’ta gerçekleşen film, ufak kasabalarının zombi istilasına uğramasının ardından kendilerini hiç beklemedikleri bir mücadelenin içinde bulan yerel polislerin hikâyesini eğlenceli bir dille anlatıyor. Jim Jarmusch filmlerinde görmeye alışık olduğumuz birçok ismin yer aldığı The Dead Don’t Die, etkileyici bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor. Bill Murray, Adam Driver, Chloë Sevigny ve Tilda Swinton‘ın başrollerini üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda Selena Gomez, Steve Buscemi, Danny Glover, Caleb Landry Jones, Austin Butler, Tom Waits, Iggy Pop, RZA, Rosie Perez gibi isimler yer alıyor. 

Filmde sahne ve kostüm tasarımları ve buna bağlı ışık gölge faktörlerinin değerlendirilmesi ölçeğinde dikkati çeken boyutlar yer almakta. Fakat hazırlamakta olduğum Tarantino’nun son filmi Once Upon a Time in Hollywood üzerine yazımda dile getireceğim bütünsel sanat algısı boyutunun ne demek olduğuna dair bazı ufak da olsa mesajları bu filmde de alıyor olmamız, son dönem Batılı yönetmenlerin sinema sanatından ne anladıklarını ortaya koyması açısından çok değerli. Bütünlüklü bir bakış, sonrasında görme, sonrasında bütünlüklü sanat yapıtı ve sanat algısının ortaya konması. Bunun son derece yüksek görsel deneyimlerle elde edilebilen bir görüngü gerçekliği olduğunun altını çizmeliyim. Görüngüsel bir göz olayının(*) yine bir şekilde devreye girmesi. 

Sinema sanatı, tüm görsel sanatları bünyesinde barındıran, yönetmenin ve filme katkı veren kim varsa, hepsinin bir sanat entelektüeli olmasını neredeyse zorunlu hale getiren bir gerçekliğe sahip. 


(*) Fenomenolojik Göz Olayı

Böyle bir konu, “görünür” ile “görünmez” kavramları üzerine kuruludur. Fenomenolojik göz, betimleyici bir özellik taşır ve bu özellik, “dünya yaşamı” dediğimiz tanıma değer verip, genişletmeyi zorunlu hale getirir.
Fenomenolojik göz, “beden” ve “zaman” kavramlarıyla yoğun ilişkiye tabidir. Beden farkındalığı ve bu farkındalığın her zaman değişik algılanabileceği gerçeğini de sunar. Söz konusu “zaman” kavramı karşısında uğranılan değişimi ve dönüşümü ya da başkalaşımı, Fenomenolojik gözün ilinti alanında buluruz. Fenomenolojik göz bu noktada algılayandır. Fenomenolojik gözün ilgili durduğu nokta Fenomenolojik algı boyutuyla da son derece ilgilidir. Fenomenolojik göz bulunduğu nokta itibariyle aşırı öznel bir algılayandır. Böyle bir göz, algılananın arkasındakini görme edinimine sahiptir. Fenomenolojik göz gören değil, görebilen bir algı mekanizmasına, dolayısıyla yaratıcı bir bedene ilişir.
Fenomenolojik göz, beden gerçekliği üzerine giderken, bu meselenin hangi şart ve ortamdaki ruhsallıklarla ilintili olduğunu da sorgular. Fenomenolojik gözün, taşıdığı ruhsallık, bu ruhsallığın nasıl bir evren tinselliği ile birleştiği ya da ilişkiye geçtiği durumlarını da akla devamlı getirir. Bu aşamada yine “zaman” faktörünün yanı sıra, Heidegger’i düşündüren onunla bir ilişkiyi zorunlu hale getiren, “varlık” kavramı da devreye girer. “Görünen Varlık”, “Görünmeyen Varlık” durumu,  Fenomenolojik gözün ilgili duracağı diğer konulardır. “Zamanda görünen varlık, beden ve ruh” ile “zamanda görünmeyen varlık, beden ve ruh” konuları Fenomenolojik gözün ilgilendiği diğer meselelerdir. Tüm bu meseleleri daha estetize ya da sanat felsefî olmak adına Fenomenolojik göz alanında daha farklı, sanatın başka uç noktalarıyla da meseleyi buluşturmak gerekmektedir.
Bu kez de Fenomenolojik gözün algısında devreye sırasıyla şunlar girer: 1. Görüş  2. Görünmez  3. Beden
Burada önemli olan Fenomenolojik gözün, saydığımız üç görüngübilim kavramıyla oynayabilme yaratıcılığını gösterebilmesidir. Bu yaratıcılık için söz konusu kavramlar kendi aralarında, somut ve soyut iki olgu bağlamında, soyutlama yöntemi kullanılarak değiştirilip dönüştürülmeye tabi tutulur. Bu bağlamda fenomenoloji olgusunun ruhsallık ve tinsellikle olduğu kadar, soyutlama kavramıyla da yakından ilişkisi olduğu anlaşılacaktır. Kimi zaman görüş, görünmezle örtüşür veya örtüşmez, kimi zaman görüş bedeni kapsar ya da kapsamaz; kimi zaman da beden, görünmez veya görünebilir hale Fenomenolojik göz sayesinde gelir.
Bedenin uzamda (espas) şekillenişi ve uzamla arasındaki kesişmeleri Fenomenolojik göz tarafından irdelenir. Fenomenolojik göz, salt bedenle ilgileniyor gibi gözükse de, bedenin tensel boyutuna da yönelir. Bu nokta da Fenomenolojik göz açısından çok farklı kavramlar devreye girer:
Bunlardan biri “ufuk”tur. Ufuk tanımıyla burada kastettiğimiz Fenomenolojik gözün görünen ya da görünmez üzerinde etkili biçimde gördüğünden başlayıp gördüğünü sınırlandırmaya varan boyutunu belirlemesidir. Ufuk konusu için söylediğimiz görme, gördüğünü sınırlandırma bağlamı dahilinde, bir başka kavram da olan boyut, boyutsallık meselelerini de devreye sokar. Ufuk, boyut, boyutsallık derken, bunların peşinden algılama anlamında, algılananın kalınlığı ve derinliği gibi konu-kavramlar da kendini kuvvetle hissettirir.
Yukarıda dile getirdiğimiz kavramlar ve bu kavramların aralarında kurdukları ilişkisel boyutlar Fenomenolojik gözün takip ettiği, zamana bağlı an’ı yakalama konusu üzerinden elde edilen her şeyi; Fenomenolojik gözün ilgi alanlarını ortaya koyar.
Fenomenolojik göz, dolayısıyla Fenomenolojik algı yapısı Husserl’i üzerinden felsefe tarihinde irdelenmiş bir konudur. Fakat bu konunun, özellikle sanatla birleşerek daha sanat felsefî bir boyut kazanması Maurice Merleau-Ponty sayesinde olmuştur. Aslında Merleau-Ponty’nin sanata yedirilmiş veya sanattan beslenen fenomenolojik kaygıları, bazı sanatçılar üzerine yoğunlaşmak suretiyle meseleyi irdeleme olanağını ona vermiştir. Bu irdeleme işinde Merleau-Ponty’nin özellikle “Geist (Ruh/ Tin)” ve “das Auge (göz)” kavramlarıyla felsefesini ördüğü görülür.
Merleau-Ponty ve sanat/sanatçı ilişkisinde en öne çıkan bağıntı, Cézanne ile kurulmuş ilişkiyle şekillenir. Bizzat Cézanne’nın yaşadığı ve ruhsallık anlamında yapıtları için etkilendiği bölge olan Provence’a giderek ve ilgili metinlerini orada kaleme alarak, Cézanne’nın Fenomenolojik göz boyutsallığını ortaya çıkarma yönünde elinden geleni yapmıştır. Dolayısıyla göz ve ruh bağıntısına dayalı metinleri doğmuştur ve bugün bu metinlerin her bir cümlesi Fenomenolojik göz olayı için birer felsefî deneme kabul edilir. Cézanne’ın “Resimde düşünmek”, Klee’nin “Görünmezin görünür kılınması” vurguları, Merleau-Ponty’nin sanat felsefesini anlamamızı sağladığı kadar, Fenomenolojik göz meselesinin de ne olduğunu gözler önüne serer. Merleau-Ponty, Fenomenolojik göz bağlamında Cézanne felsefesindeki ruhsallık ölçütleri üzerine de düşünceler geliştirir. Hatta bu ölçütleri, ressamın yapıtlarında beden anlamında görünen ve görünmeyene de tabi kılar.
Fenomenolojik göz algısının en önem verdiği değer noktalarından birini de ilkellik, kaba form algıları ile olan bağıntısı oluşturur. Tam bu noktada Fenomenolojik gözün tespit etmek istediği konu, güzellik değil hakikat olur. Fenomenolojik göz bu yanıyla pozitif bilimlerden apayrı bir bilme yolu açar. Fenomenolojik gözün fenomenolojik hakikatini kaba, ilkel, vahşi varlık hakikatleri belirler. Fenomenolojik göz olgusunda gören görüldüğünü bilir. Fenomenolojik göz olayında, düşlerle gerçekler çatışır, fakat en sonunda değer noktasını etkileyen ruhsallık/tinsellik olur. Bu söylediğimize bağlı Fenomenolojik göz olgusu içinde, gören, görünür kesişmesi ve görünür-görünmez iç içeliği meselenin hakikati haline gelir. O zaman Fenomenolojik göze düşen vahşi, sessiz, kavramsız özleri soruşturmak olmuştur. Böyle bir göz algısı da, sanat ile felsefeyi ortak noktada buluşturur.
Sanattaki gizemi, daha doğrusu sanatı oluşturabilecek nesnelerdeki gizemi bulup ortaya çıkaracak olan Fenomenolojik gözdür. Bu gözün sahibi (yaratıcı sanatçı) düşünürken, denemek zorunluluğunu hisseder, işlem yapar ve bunları değiştirir.
 Sanat, ilkel anlam örtüsüyle ilişkilidir. Fenomenolojik göz bu örtüyle olan ilişkiyi de kurgulayarak, meseleyi çözümlemeye gayret eder. Sanatçı tekliği, hiçbir değerlendirme zorunluluğu olmadan her şeye bakma hakkı olan bir kimse olarak, Fenomenolojik göz karşısında bilgi ve eylem hükümlerinin tüm anlamlarını yitirir.
Sanatçı, Fenomenolojik göz ile görünür dünyayı bir çeşit devinime tabi tutar. Öyleyse Fenomenolojik göz daha da önce söylediğimiz üzere “görüyorsa, görünüyor”a tabidir. Bu gözün gördüğü ile onun gördüğünün bir diğer gözü nasıl gördüğü gerçekliğinin ortaya serilmesi, Fenomenolojik gözün bulunduğu konumun karşısında yer aldığı ve dolayısıyla görüldüğü yere de bir göz koyma durumudur. Burada bir çiftli düşünme önerilir. Adeta görünür içine, bedeni ile giriş yapan görenin kendisi de bir görünür olur. Ve gören gördüğüne Fenomenolojik göz aracılığıyla iyice yaklaşır. Böylece Fenomenolojik göz dünyaya açılmış olur, çünkü gördüğünün özüne iner. Bu, bir tür magma tabakasına inmek gibidir. Bu durum Fenomenolojik gözün bir beden kabul edildiği takdirde, söz konusu bedeni bu yolla nasıl hareket ettirdiğini de ortaya koyar. Bu hareket, bedenin kendisini açması anlamına gelir. Fenomenolojik göz bir beden olarak hem görendir, hem görünürdür; çünkü Fenomenolojik göz kendini şeylerden biri olarak kabul eder. Yani Fenomenolojik göz de görüngüler dünyasının bir parçasıdır. Böyle olduğuna göre kendine şeylerle/görüngülerle bir evren kurar ve bu evrenin sisteminde bir şey olarak başka şeyleri de kendinde tutar. Adeta olan biten, Fenomenolojik gözün bedenine/tenine geçmiştir. Bütün her şey Fenomenolojik gözün sonradan birer ürünü halinde sunularak, bir tür Fenomenolojik göz görüngüleri oluşturur. Fenomenolojik gözün burada bir içselliğe iliştiği ise oldukça açıktır. Bu içsellik algısına ulaşmada bir başka koşut da ortaya çıkar: “Derin hislenme”. Fenomenolojik göz derin hislenmeyi (stimmung) aracı ederek bedenlerin ruhsallıklarını tinselliklere ulaştırır ve duyular üstü bir algıya ulaşmanın başlangıcını oluşturur. Bu andan itibaren canlı bir bedene sahiptir Fenomenolojik göz. O göz algısı, gören ile görünenin, dokunan ile dokunulanın bir gözle diğerinin, el ile bir başka elin arasındaki tüm kesişmeleri ileri sürer. Fenomenolojik gözün rolü hisseden ile hissedilen arasındaki durumları da, derin hislenme yardımıyla çözümlemeye çalışmasıdır. Bu söylediklerimize Cézanne’nın şu cümlesi tam bir cevap olur: “Doğa içeridedir” (innere natur).
Çoğu sanat yapıtlarında dış dünyalar birbirine benzer diyen Giacometti de, şu tersi savlamaya neden olur: “Benzemeyen iç dünyalardır”. Bundan böyle Fenomenolojik göz, benzeyen dış dünyadan çok çabuk sıyrılarak, asıl benzemeyen iç dünyaya hareket eden bir aygıt haline gelir.
Bir sanatçı da bir tür Fenomenolojik gözdür. Dolayısıyla görerek öğrenir. Bir tür veri toplama cihazıdır Fenomenolojik göz. Fenomenolojik gözün görmesi, aynı zamanda bir tür “uzaktan sahip olmak”tır. Bir Fenomenolojik göz gördükleriyle bunu varlığın bütün bedenine yayar. Fenomenolojik göz alışılagelmiş görüşün, görünmez sandığına görünür var oluş verir. Dünyanın hacminin fizikî yapısıyla değil, hissi yapı ile elde edilebileceğini dile getirir. Fenomenolojik göz kaydederken, görüşün büyüsel bir teorisini de ele alır. Şeyler kendi içine geçer. Tin gözler yoluyla çıkıp, şeylerde dolaşır. İmgeler, Fenomenolojik göze kendini gösterendir, dolayısıyla Fenomenolojik göz bu imgeleri de sorgular. Fenomenolojik göz dinleten değil, dinlemesini bilendir. Fenomenolojik göz evren tarafından delinmelidir, fakat o, evreni delmemelidir. Fenomenolojik göz, varlıkların soluk alıp vermesiyle ilgilidir. Böyle bir solunum sistemi, Fenomenolojik gözün ilgi alanı kapsamındadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ütopya

Romantikliğin kökleri ve romantik düşünce